Laikliğe çağrı

Kamuoyundaki duyarlılık ve koruma azmi bakımından. henüz var olan EKSİKLİK ancak HUKUK KURALLARI ile KAPATILABİLMEKTEDİR: Örneğin Mahkemelerin bağımsızlığı özerk olması gereken bir çok kuruluşun özerkliği. Basın özgürlüğü ve birçok özgürlük. kamu görevlilerinin güvenceleri.

Batıda, kapsamlı bir takım hukuksal düzenlemelere dayanmasa dahi. TOPLUMSAL GÜVENCEYE sahiptir. Ama bizde bu alanlarda YETERİNCE KAPSAMLI HUKUKSAL KURALLAR anayasaya ve yasalara yerleştirilmezse: siyasal iktidarlar bazı çevrelerin de baskılarıyla ve oy avcılığı tutkusu ile, sözünü ettiğimiz o bağımsızlıkları, o özerklikleri ve o özgürlükleri geniş ölçüde yok etmek yoluna sapmaktadırlar ve ileride de sapabilirler. İşte aynen bunlar gibi. "uygar bir toplum olarak, AKLIN IŞIĞINDA zamana her alanda ayak uydurma sayesinde bir toplum olarak ayakta durabilmenin ve bağımsız kalabilmenin vaz geçilmez koşulu olan LAİK DÜŞÜNCEYİ EGEMEN KILMAK". Batı da hukuksal bir takım (anayasal ve yasal) hükümlere dayandırılmasa dahi, TOPLUM YAŞAMINDA AKLIN VE BiLİMİN EGEMEN OLMASI artık önlenemez; bu konuda yargısal bir desteğe de ihtiyaç yoktur.

Ama -ne yazık ki- GEÇMİŞİN TORTULARI hala yoğun biçimde (en azından bilinç altında) rol oynadığı ve Türk toplumunun akıl dışı kurallarla yönetilmesinde çıkarı olan DIŞ ÇEVRELERiN KIŞKIRTMALARI VE SİSTEMLİ DESTEKLEMELERİ (hele inanılmayacak kadar ezici güçteki parasal destekleri) söz konusu olduğu içindir ki, bizde ancak tam kapsamlı (ve anayasal dolayısıyla yargısal desteğe sahip) bir laiklik ilkesidir ki "'Türk Toplumunun çağdaşlığının", "akıla ve bilime dayanan bir toplum olarak kalabilmesinin" VAZGEÇİLMEZ GARANTİSİDİR. Onsuz "çağdaş bir Türkiyeyi düşünebilmek" hala olanaksızdır; ve onsuz kaldığımız zaman da "ortaçağa ve Tahran'a doğru yol alan bir Türkiye faciasını yaşamak" yine kaçınılmazdır. Bu Nedenle Atatürk'ün mücadelesini verip devrimlerinin temeli olarak kabul ettirdiği, sonra da 1936'da) TBMM'ine ilan ettirdiği ve bir Ölçüde Türk Toplumuna benimsettiği; laikliğin, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde benimsenen laiklik kavramı ile aynı olduğunu kabul etmek, tam bir yanılgıdır. Bu yanılgıya, zaman zaman, bile bile başvurulmuş ve böylece Türk toplumunun uygar dünya düzeyine ulaşabilmesi bakımından yaşamsal önem taşıyan "Atatürk'ün ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinin benimsediği laiklik ilkesi"nin yozlaştırılması doğrultusunda çabalar harcanmıştır. Oysa Batı dünyası bakımından en küçük bir tehlike taşımayan bazı batı ülkelerinin benimsediği "çok sınırlı bir laiklik anlayışı" bizim için de kabul edilecek olsa, bu ilke Türkiye Cumhuriyeti bakımından tüm fonksiyonunu yitirme sonucu ile karşı karşıya kalırdı. Laiklik ilkesinin o düzeye indirgenmesi, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti, hatta gerçek anlamda bağımsız Türk toplumu için intihar etmenin ilk adımını oluşturur.

Gerçekten. "devlet dine. din de devlete karışmasın" formülü benimsendiği zaman. sırf bu kadar sınırlı bir laiklik ilkesi ile yetinme yüzünden Batıda, özellikle Özgürlükler, demokratik kurumlar ve milli devlet kavramı bakımından uygulamada hiçbir tehlike baş göstermez. Yüzyıllar boyu şeriatı, hilafeti ve ümmet kavramını ilke olarak benimseyegelmiş Türkiyemizde ise, böyle kısır bir formül benimsenince daha doğrusu Türk toplumunu çağdaşlaştırmış en yaratıcı kaynak böylesine kurutulunca onun somut sonuçları korkunç olacaktır: İslamiyetin dünya işlerini de kapsayan bir din olması nedeniyle, bağnaz çevreler, "şeriatın bir parçası olan hukuk kurallarını. "sadece ilan edildikleri dönemin gerekli sonucu kabul edilmiş ve gereksinmelere göre değişebilen çözümler" değil, "ebedi kurallar" sayarak. "onları devlet yaşamında egemen kılmayı", din uğrunda savaşın kaçınılmaz bir parçası (hatta kaçınılmaz bir parçası) olarak ilan edip, Türkiyenin yavaş yavaş "şeriat devleti’ne doğru kaymasını sağlama çabasında teşvik edilmiş (kışkırtılmış) olacaktır. Ve bu doğrultudaki eğilimler, gelecekte bir içsavaşın da kaynağını oluşturacaktır.

Bu nedenle, bizde LAİKLİK, ancak ve ancak "dinin devlet işlerine (hukuksal düzenlemelere) ASGARİ ÖLÇÜDE BİLE MÜDAHELE ETMESİNİ ÖNLEYEN BİR SALTLIKLA (MUTLAKLA UYGULANDIGI ZAMANdır ki, yaşama olanağına sahip olabilir; ve toplumsal amacına ancak o zaman ulaşabilir. Türkiyenin hele geçmişe dayanan koşulları, yarım bir laikliğin hiçbir değer taşımaması sonucunu doğurur. Evet, Türkiyemizde laiklik, her yönü ile MUTLAK BİR ÖLÇÜDE benimsenmezse, hiç benimsenmemiş sayılır; ve Türk toplumunu geri kalmışlıktan kurtarma bakımından en küçük bir değer taşıyamaz. Başka deyimle. "yarım bir laiklik", Türkiyemizde zaman içinde yok olmaya mahkum bir "göstermelik ilke" niteliği düzeyine düşer: Türkiyenin sosyal, kültürel, eğitimsel, ekonomik ve siyasal bünyesi, Atatürk laikliğinde açılacak bir gediğin -ne denli küçük olursa olsun- giderek aynen bir barajda açılan gedik gibi, kısa zamanda tüm barajın çökmesi sonucuna ulaştıracağı kuşkusuzdur. İran'daki gelişme ve orada dinin devlet eliyle toplumu şeriat devletinin koyu karanlığına sürüklenmiş olması olgusu, bizim için en anlamlı bir uyan niteliği taşır. Bunu kavrayarak, gereken titizlik, vatandaşlar, üniversiteler ve hele yargı organları olarak gösterilemezse büyük Atatürk’ün 5.11.1925 günü Ankara Hukuk Fakültesini açarken, yaptığı son derece değerli uyarıların hiçbir değeri kalmayacak ve Türk toplumu, O'nun korktuğu gibi, şeriat devletinin karanlığına gömülecek demektir.


Muammer Aksoy, Ateşli bir hatip, inanmış bir laik ve kararlı bir Atatürkçü... Muammer Aksoy'un 1950'li yıllardan bu yana taşıdığı kimliği ve kişiliğini yakından tanıyanların onu tanımlarken kullandığı üç sıfat bu..

Aksoy, belki çok kısa bir süre milletvekilliği yaptı. Ama, o uzun soluklu bir siyasetçiydi. Demokrat Parti döneminde, 1960 sonrasında ve hatta 12 Eylül sonrasında onun adı, siyaset, hukuk ve mücadele kulvarlarının ön sıralarında koşan enerjik ve yorulmak bilmeyen bir atlet gibiydi. Onu öldürenlerin asıl hedefi belki de kişiliğinin bu azalmayan inancıydı.

Muammer Aksoy, Türk siyasi tarihinde inanç mücadeleleri sayfalarında hep önemli bir yer tutacak. 1960'lı yıllarda onu milli petrol ve maden davasının bir militanı olarak görüyoruz. 1970'li yıllarda insan hakları ve demokrasi mücadelesi onun mevsimlik uğraşısıydı.

1980'li yıllar ise onun için laikliğin ve Atatürkçülüğün savunma avukatı olduğu yıllardı. Mücadele konuları değişiyor, ama azmi yaşıyla ters orantılı olarak çoğalıyordu.

Muammer Aksoy, 1917 yılında Antalya'da doğdu.1937 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi'ni 1950 yılında ise Zürih Hukuk Fakültesi'ni "Hukuk doktoru' unvanıyla yeniden bitirdi.

Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde 1952 yılında doçent, 1963 yılında profesör olan Aksoy, 27 Mayıs ihtilali sonrasında 1961 Anayasasının hazırlanmasında önemli katkılarda bulundu ve Kurucu Meclis'te Anayasanın sözcülüğünü yaptı. Muammer Aksoy, 1960'lı yıllarda milli petrol ve maden hareketinin öncülüğünü yapmış bu konuda devrin bakanları ile polemiklere girmişti.

1957 yılından bu yana Türk Hukuk Kurumu Başkanlığı görevini sürdüren Muammer Aksoy, 1977 yılında CHP Milletvekili seçildi ve bu görevini 12 Eylül 1980'e kadar sürdürdü.

Parlamento görevi sırasında TBMM Anayasa Komisyonu Başkanlığı'nı yapan Aksoy, ayrıca Avrupa Konseyi Üyeliği'nde bulundu ve 11 yıl süreyle CHP Parti Meclisi Üyeliği yaptı.

Evli ve iki çocuk babası olan Muammer Aksoy, Almanca ve Fransızca biliyordu.


Dizisi: Siyaset/Sosyoloji Dizisi
Türü: Siyaset Bilimi
Cilt Bilgisi: Amerikan cilt
Kağıt Bilgisi: Enzo Cremy
Basım Tarihi: Ağustos 1989
Sayfa Sayısı: 72
Kitap Boyutları: 13,5x 19,5 cm
ISBN No: 978-975-520-011-8
Barkod No: 9789755201118
Etiket Fiyatı:  23.- TL
e-kitap Fiyatı: 11.- TL

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Yukarı Çık!